Makale: Tasarruf Çevrim Santralleri

Kalkınmış ülkeler, tasarruf tedbirlerini günümüzün en büyük enerji kaynağı görüyor. Türkiye ise enerjide dışa bağımlı olmasına rağmen verimlilik ve tasarruf meselesini yıllardır ihmal ediyor.
İki hafta önce Marmara Bölgesi’ni elektriksiz bırakan sürpriz kesinti, enerji tartışmalarını gündemin üst sıralarına tekrar taşıdı. İstanbul’a yılın ilk karının yağdığı gün meydana gelen kesinti, ülke ekonomisinin motoru konumundaki İstanbul ve Marmara Bölgesi’nde hayatı neredeyse tamamen durdurdu. Metro hatları çalışmazken, trafik lambalarının sönmesi trafiği içinden çıkılmaz hâle getirdi. En kötüsüyse elektrikli kombilerin çalışmamasıydı. Elektrik kesilince ısınma imkânının ortadan kalktığını bir kez daha tecrübe etmiş olduk! Kesintinin sebebi, Bursa ve Lüleburgaz’daki doğalgaz çevrim santrallerinin arızalanmasıydı. Bu durum, mevcut altyapının sürekli artan enerji ihtiyacına cevap veremediği tartışmalarını da beraberinde getirdi.

Aslında konu, elektrik kesintisiyle kamuoyunun gündemine gelse de enerji arz güvenliği, Türkiye’nin en hayati meselelerinden. Enerjide yüzde 70 dış ülkelere, sadece doğalgazda yüzde 65 Rusya’ya bağımlı Türkiye, bir de elektriğinin yarısını doğalgazdan üretmeye başlayınca, yaşanan sorunlar kaçınılmaz hâle geliyor. Gaz arıza yapınca elektrik gidiyor, elektrik olmayınca ısınma imkânı ortadan kalkıyor. Şehirlerde toplu taşıma araçlarının önemli bölümü çalışmıyor, trafik ışıkları sönüyor, sokaklar karanlığa bürünüyor!

Türkiye’de artık hemen her ilde doğalgaz kullanılıyor. 2002’de sadece 9 ilde kullanılan doğalgaz bugün 67 şehre ulaştı. Bu yılın sonunda bütün illere doğalgazın gitmesi hedefleniyor. Türkiye’nin doğalgaz boru hatları 12 bin kilometreyi aştı. Temiz ve ucuz enerjinin bütün ülkeye yayılması elbette güzel ve gerekli. Ancak madalyonun öbür yüzündeki risk de görülmeli. 2002’de sadece 9 ilin ısınması Rusya’nın elindeyken şimdi bağımlılık neredeyse bütün ülkeye yayılmış oldu. Kısacası, doğalgazın, vadettiği konfor kadar ülke açısından ürkütücü bir boyutu da bulunuyor.

Şimdi akıllardaki soru şu: Ya Başbakan Erdoğan mevkidaşı Putin ile bozuşur ve Ruslar vanayı kapatırsa? İlk başta biraz espri gibi gelse de son dönemde Türk dış politikasındaki sıkıntılar dikkate alındığında, bu ihtimal elbette insanı daha fazla tedirgin ediyor. Türkiye’nin, 5. büyük dış ticaret partneri Fransa ile kavga etme lüksü var belki ama bu şartlarda Rusya ile yok! Peki, Türkiye gibi sürekli büyüyen ve enerji ihtiyacı artan bir ülke, enerji arz güvenliği için neler yapıyor ve neler yapmalı? Bu dosya Türkiye’nin enerji gerçeğini mercek altına alarak eksiklere, ihtiyaçlara ve alternatiflere dikkat çekiyor.

Yılda 5 milyar dolar yatırım

Petrol ve doğalgaz gibi önemli kaynakların dünyada belirli ülkelerin tekelinde olması, buna karşılık siyasi krizlerin petrol fiyatlarını sürekli artırması ve doğalgaz arz güvenliğini tehlikeye sokması, dünya ülkelerini enerjide farklı arayışlara yönlendiriyor. Son yıllarda birçok alternatif enerji kaynağı devreye sokulmuş durumda. Bunlar elbette şu anda fosil kaynaklarla kıyaslanabilecek büyüklükte değil; ancak her ülke enerji kaynaklarını çeşitlendirerek geleceğini garantiye alma peşinde. Nükleer, rüzgâr, güneş, biokütle, kaya gazı, jeotermal gibi yenilenebilir ve çevreci kaynakların yanı sıra kömür gibi yerli kaynaklar da her geçen gün daha fazla ön plana çıkıyor.

Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler bir yandan kaynakları çeşitlendirerek enerji arzını sağlama alırken diğer yandan enerji kullanımındaki verimliliğe odaklanarak yeni bir kaynak üretmeye çalışıyor. Yani ‘enerji verimliliği’ konusu, ülkeler için yeni bir enerji kaynağı hâline gelmiş durumda. Türkiye ise tasarruf da dahil saydığımız bütün kaynakları maalesef yeni keşfediyor. Yenilenebilir Enerji Kanunu (YEK) bile daha geçen yıl yürürlüğe girdi. Birçok ülke yenilenebilir kaynaklarını enerji arzında anlamlı büyüklüklere çıkarmışken Türkiye epey geç kaldı. Geç kalmaktan daha kötüsüyse, yıllardır uygulanan yanlış politikaların, ülkenin enerjideki dışa bağımlılığını artırması. Şimdi bütün zarar ve geç kalmışlıkların telafisi için uğraşılsa da enerji arz güvenliği için önümüzde uzun yıllar olduğu bir gerçek.

Bundan 10 yıl öncesine göre yüzde 50 daha fazla elektrik tüketen bir Türkiye var. Toplamda 54 bin megavata ulaşan kurulu gücüyle yılda ortalama 220 milyar kilovat saat elektrik tüketen Türkiye’nin elektrik ihtiyacı, Cumhuriyet’in 100. yılı 2023’te iki katına çıkacak. Bu da yıllık 100 bin megavatı aşan kurulu güç ve 500 milyar kilovat saat tüketim anlamına geliyor. Bu ihtiyacın karşılanabilmesi için de sektöre her yıl ortalama 5 milyar dolar tutarında yatırım yapmak gerekiyor. Bu yatırımı tek başına devletin karşılaması elbette düşünülemez. Özel sektörün daha fazla ağırlığını koyması kaçınılmaz. Şu anda elektrik kurulu gücünde özel sektör payı yüzde 50’yi geçti. Hedef, bunu yüzde 75’lere çıkarmak. Enerji ihtiyacını karşılayabilmek için, özel sektörün rekabetçi yatırımlarına ihtiyaç artıyor.

12 Eylül 1980 darbesi sonrası Turgut Özal’ın iktidara gelmesiyle başlayan dışa açılma süreci, artan üretim ve ihracat, sanayideki büyüme, ülkenin enerji ihtiyacını hızla artırdı. Türkiye’nin Rusya, İran ve Azerbaycan gibi ülkelere komşu olması, enerjide en kolay yöntem olarak doğalgazı öne çıkardı. ‘Al ya da öde’ sistemli uzun dönemli anlaşmalar imzalandı. Rusya ile 1986’da imzalanan anlaşma yılda 6 milyar metreküp doğalgaz alımını öngörüyordu. 1984’te Türkiye’nin elektrik üretiminde doğalgazın payı sıfırken doğalgazın sanayide kullanılmaya başlamasıyla bu pay yüzde 60’lara kadar çıktı. Son dönemde ise yerli kaynakların devreye sokulması, doğalgazın elektrik üretimindeki payını yüzde 50’nin altına indirdi ancak hâlâ bu oran çok yüksek. Elektrik olmaması demek, sanayi üretiminin de durması demek. Kısacası, Türkiye’nin üretim gücü ve sanayisi, konutlarda olduğu gibi dışa bağımlı.

En büyük enerji kaynağı

Türkiye’nin enerji arz güvenliğini temin edecek yerli kaynaklarla ilgili ayrıntılara geçmeden önce üzerinde durulması gereken ilk konu, enerjinin verimli ve tasarruflu kullanımı. Özellikle bizim gibi enerjide dışa bağımlı ülkeler için konu hayati önemde. Enerji tasarrufu, ‘lüzumsuz ise söndür’ mantığı ile açıklanamayacak kadar karmaşık ve derin bir mesele. Önce bazı rakamlar vererek verimlilik ve tasarrufun enerji arzındaki rolünü ortaya koyalım. Bu konudaki en çarpıcı veriler ABD’den…

ABD’de enerji verimliliği konusu 1974’te ülke gündemine alınır ve bütün buzdolaplarının ‘A Plus’ denilen tasarruflu modellerle değiştirilmesine karar verilir. Konuyu araştıran Enerji Bakanlığı Danışmanı ve Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi Dekanı Prof. Yunus Çengel, 1974’te ABD’de bir buzdolabının yılda 1800, bugün ise yılda sadece 450 kilovatsaat elektrik tükettiğini belirtiyor. Yani yeni teknolojiler buzdolaplarının enerji kullanımını yüzde 75 azaltmış. Ülkedeki 140 milyon buzdolabı tasarruflu modellerle değiştirildiği için ABD her yıl sadece buzdolaplarından 20 milyar dolar enerji tasarrufu sağlıyor. Eğer buzdolapları 1974’teki kadar enerji harcasaydı, ülkenin ihtiyacı karşılamak için 60 yeni kömür veya doğalgaz santrali yahut 30 yeni nükleer santral kurması gerekecekti. Bu santrallerin sadece kurulum maliyeti 75 milyar dolar.

Hâlen ABD Nevada Üniversitesi Makine Bölümü’nde öğretim üyeliği de yapan Prof. Çengel, ABD’nin enerji tasarrufundaki başarısı ile ilgili çarpıcı bir örnek daha veriyor. Dünyada 2008 sonu itibariyle aktif hâlde toplam 436 nükleer santral bulunuyor. Bunların 104’ü Amerika’da. 1973’teki Arap petrol ambargosunda ‘enerji tasarrufu’ kavramını keşfeden Amerika, bu tarihe kadar artan enerji ihtiyacını yeni inşa edeceği nükleer santrallerden karşılamayı planlıyordu. Bu sebeple farklı bölgelerde onlarca nükleer santral inşası başladı. Ancak öngörülmeyen bir şey oldu ve enerji tasarrufu tedbirleri büyüyen ekonominin ihtiyaçlarını karşılamaya başladı. Bunun üzerine 97 nükleer santralin inşaatı durduruldu, projeler iptal edildi. Hatta o zamana kadar bu santraller için harcanan paranın sokağa atılması bile göze alındı. Bu iptallerin yüzde 90’ı 1974-84 arasında gerçekleşti. Yunus Çengel, Amerika’da 1979’dan bu yana nükleer santral kurulmamasının, tasarruf tedbirlerinin etkisini açıkça ortaya koyduğunu vurguluyor.

Kombiler havayı ısıtıyor!

Ülke ekonomileri büyürken enerji ihtiyacı da buna paralel artıyor. Mesela, Türkiye’de ülke ekonomisi yüzde kaç büyürse, enerji tüketimi de aynı seviyede artıyor. Oysa gelişmiş ülkelerde sistem böyle işlemiyor. Çengel’e göre, günümüzdeki en büyük enerji kaynağı, verimlilik ve tasarruf. ABD örneğinin bu tezi ispatladığını belirten Çengel, “1973 ile 2000 arasında Amerikan ekonomisi yüzde 126 büyürken enerji kullanımındaki artış yüzde 30’da kaldı.” diyor. Aynı şekilde 1990-2000 arasında sanayi üretimi yüzde 41 artarken elektrik kullanımı sadece yüzde 11 artmış.

Türkiye’de enerji verimliliği ve tasarrufu meselesini sanayideki fabrikalardan kamu binalarına, konutlardan sokak lambalarına kadar her alana yayabilirsiniz. Her birimde yoğun israf ve verimsizlik söz konusu. Türkiye İstatistik Kurumu araştırmasına göre, ülkedeki 18 milyon ruhsatlı konutun sadece yüzde 10’u standartlara uygun yalıtıma sahip. Enerjinin yüzde 34’ünün konutlarda, bunun da yüzde 80’inin ısıtma amaçlı kullanıldığı düşünülürse, evlerdeki kombilerin sadece içeriyi değil, dışarıyı da ısıttığı daha net ortaya çıkıyor. Kısacası ödediğimiz doğalgaz parasının çoğu boşa gidiyor.

Enerji Bakanlığı, sorunun çözümü için binalara ‘enerji kimlik belgesi’ alma zorunluluğu getirdi. Yeni inşaatlar için uygulamaya geçilirken mevcut binaların da en geç 2017’ye kadar enerji kimlik belgelerini almaları, yani standartlara uygun yalıtım yaptırmaları gerekiyor. Yapılan hesaplamalara göre, binaların yetersiz yalıtımlarının ülke ekonomisine maliyeti yılda 10 milyar TL’yi buluyor. Başka bir hesapla, geçen yıl enerjiye toplam 55 milyar dolar ödeyen ülkemiz, binalarda yalıtım sorunu olmasaydı, faturayı en az 5-6 milyar dolar azaltmış olacaktı. Aynı sorun buzdolapları için de geçerli. Evlerdeki enerjinin önemli bölümünü buzdolapları harcıyor. Türkiye’de 18 milyon konut olmasına rağmen, kullanılan buzdolabı 24 milyon. Bunların en az 15 milyonu A ve A+ diye nitelendirilen enerji tasarruflu ürünler değil. Aslında hesap basit. 24 milyon buzdolabının tamamı enerji tasarruflu ürünlerle değiştirilirse, Türkiye her yıl Atatürk Barajı’nın üretimi kadar elektrik tasarruf edecek.

Sanayiye bakıldığında da benzer bir tablo dikkat çekiyor. Türkiye’de bir sanayici, 1000 dolarlık katma değer üretmek için 270 dolarlık petrol eşdeğeri harcarken, Almanya’da bu 160 dolar. Kalkınmış ülkeler daha fazla büyüyüp daha az enerji harcarken bizde durum tam tersi. Mesela, toprak-çimento sektörü 2005-2008 arasında yüzde 3,3 büyürken sektörün aynı dönemdeki enerji tüketimi yüzde 14 artmış. Bu şartlar altında sanayide sürdürülebilir bir uluslararası rekabet sağlamak çok zor olduğu gibi, sanayinin ürettiği katma değerin ülkeye sağladığı katkı da azalıyor. Yani ithalata bağımlı olmayan bir sanayi sektörü bir yandan üretim ve ihracatı ile cari açığı azaltırken diğer yandan enerji faturalarını şişirip cari açığı artırıyor.

Benzer tablo sokak aydınlatmaları için de geçerli. Türkiye’de 11 milyon sokak lambası var. Bunların tamamı LED denilen tasarruflu lambalarla değiştirilirse, yılda yüzde 80 tasarruf sağlanıyor. Bu da 10 yıllık sürede toplam 18 milyar dolarlık bir enerji tasarrufu anlamına geliyor. Türkiye’de bütün aydınlatma, tasarruflu ampullerle yapılsa, yani bütün fabrikalar, kamu kurumları, konutlar, spor salonları ve okullar LED’e dönse, yıllık tasarruf edilecek enerjinin para karşılığı 8 milyar doları buluyor. Enerji Bakanlığı, son dönemde verimlilik ve tasarruf konusunda önemli çalışmalar yapıyor. Bakan Taner Yıldız, enerji verimliliğinin bir kültür olduğunu belirterek bunun çocukluktan alınması için ‘En-Ver’ enerji verimliliği programının başlatıldığını söylüyor. Yıldız, 2023’e kadar, şu anki enerji harcamalarından yüzde 20 tasarruf hedeflediklerini belirtiyor.

Enerji tasarrufu meselesinin artık ‘gereksizse söndür’ mantığının çok ötesine geçtiğini belirtmiştik. Gerçekten de konu özellikle işletmeler için profesyonelliğin ve kurumsallığın bir parçası hâline geldi. Haziranda Türk Standartları Enstitüsü’nün yayımladığı ISO 50001 belgesi, enerji verimliliği kavramını şirketler için yönetim sürecinin parçası hâline getiriyor. Buna göre sertifika verme yetkisine sahip kuruluşlar, şirketleri incelemeye alarak enerji kullanımını analiz ediyor. Firma sahibinden en alttaki çalışana kadar herkesin enerjiyi verimli kullanması için bir proje yapılıyor ve farklı tasarruf uygulamaları aynı programda toplanıyor. Türkiye’de şu an ISO 50001 sertifikası alabilmiş şirket sayısı çok az. Şirketlere enerji verimliliği konusunda danışmanlık yapan İngiliz kökenli LRQA firmasının yöneticisi Neli Adoni, özellikle kurumsallığa önem veren şirketlerin bu belgeyi almak için kendilerine başvurduklarını belirterek “ISO 50001 almak sadece enerji tasarrufu yapmak anlamına gelmiyor. Aynı zamanda çevreye saygı, karbon salınımının azaltılması ve millî gelire de katkı yapmak demek. Bu iş artık şirketler için bir sosyal sorumluluk ve itibar yönetimi anlamına da geliyor. Belgeyi alanlar hem müşterileri hem de kamuoyu nezdinde itibarlarını arttırıyor.” diyor.

Tasarruf için teşvik gerekli

Peki, bütün bu tasarruf yöntemleri nasıl hayata geçirilecek? İnsanlar, verim almaya devam ettikleri buzdolaplarını küçük bir miktar tasarruf için neden tekrar borca girerek değiştirmek istesin ki? Veya işleri iyi giden bir sanayici enerji verimliliği için neden tekrar masrafa girerek yatırım yapsın? Zaten kendi hâline bıraktığınızda da insanların bu değişimi gerçekleştirmesi yıllar alıyor. Buzdolabını yenileyenler bile daha ucuz buldukları için B ve C sınıfı ürünlere yöneliyor. Sorunun çözümü için teşvik politikalarının devreye sokulması gerekiyor.

Enerji Bakanlığı, 2023 için bugünkü tüketim üzerinden yüzde 20 tasarruf hedeflese de Prof. Yunus Çengel, bu orana ulaşacak yeterli çalışmanın yapılmadığı kanaatinde. Verimlilik ve tasarruf meselesi çözülmeden enerjide başka mevzu konuşmanın anlamı olmadığını vurgulayan Çengel, “Biz enerji verimliliğinin ne demek olduğunu henüz anlamadık. Ne zaman ekonomi yüzde 7 büyürken enerji tüketimi yüzde 5 büyürse o zaman verimlilikten söz edilebilir.” diyor. ABD’nin enerji tasarrufunda elde ettiği başarıların tamamen teşvik politikalarıyla ilgili olduğunu vurgulayan Çengel, teşvik programlarıyla genelde maliyetin yarısının karşılandığını hatırlatıyor.

Yerli kaynaklara dönüş

Hükümetin enerji verimliliği noktasındaki teşvik politikalarını eleştiren Yunus Çengel, bu alanda yapılan bir çalışmadan söz ediyor. Beyaz Eşya Sanayicileri Derneği ile sektörün taleplerini de dikkate alan bir teşvik projesi hazırladıklarını belirterek, verilen öneriyi şöyle anlatıyor: “Teklifimiz, A Plus denilen tasarruflu beyaz eşya ürünlerinde KDV’nin yüzde 18’den yüzde 1’e çekilmesiydi. Başka bir uygulamaya gerek yoktu. Hükümet bunu yapacağını söyledi ama bir türlü olmadı. Tasarruf konusunda sadece devlet dairelerindeki ampuller floresanla değiştirildi. Bu konuda daha agresif politikalara ihtiyaç var.”

Aynı şekilde binaların ısı yalıtımı için de teşviklere ihtiyaç olduğunu belirten Çengel, hükümetin binaların izolasyon maliyetlerinin üçte birini karşılayıp kalan miktar için de düşük faizli ve uzun vadeli kredi kullandırılmasını öneriyor: “Yoksa bu işlerde mesafe alınmaz.”

Bugün Türkiye ekonomisinin iki temel probleminden söz edilebilir. Birincisi cari işlemler açığı, diğeri ise enerjide dışa bağımlılık. Türkiye, yeryüzünde kullanılan toplam enerjinin yüzde 85’ini oluşturan üç fosil yakıttan ikisinde (doğalgaz ve petrol) tamamen dışa bağımlı. Doğalgazdaki bağımlılığımız yüzde 97, petrolde ise yüzde 93. Diğer fosil yakıt kömürde ise ciddi kaynaklara sahip olmamıza rağmen ithal kömür ön planda. Kendi kaynaklarımızı değerlendirmeyi son zamanlarda gündeme almaya başladık. Fosil yakıtların bir özelliği, belli bir ömürlerinin olması. Petrol, gaz ve kömür kaynakları sürekli azalıyor. Belki kısa ve orta vadede fosil yakıtlar ağırlığını koruyacak ama dünya şimdi sınırsız ve çevreci, yani yenilenebilir kaynakların peşinde. Rüzgâr, güneş, jeotermal, hidroelektrik, bio kütle gibi…

Hem yerli hem de yenilenebilir kaynaklar açısından projeksiyonu Türkiye’ye çevirdiğimizde, bir yandan olumlu gelişmeler gözlenirken diğer yandan karamsar tablolar var. İstanbul Ticaret Odası Enerji Sektör Kurulu Başkanı Ata Ceylan, enerjide yaşadığımız sıkıntıların, geçmişte yapılmayan yatırımlar ve yanlış enerji anlaşmalarından kaynaklandığını düşünüyor. Doğalgaza bağımlı bir enerji piyasası oluşturulduğunu vurgulayan Ceylan, “Al ya da öde sistemi getirilmiş. Firmalara yüksek alım garantileri verilmiş. Doğalgaza bağımlı bir piyasa oluşmuş. Özel sektör yatırımlarını buna göre yapmış.” diyor.

Fosil yakıtlar içinde Türkiye’nin en önemli kaynağı şüphesiz kömür. Ülke genelinde tespit edilen ortalama 12,4 milyar ton kömür rezervi var ve bunun iki katına kadar çıkabileceği tahmin ediliyor. Bu, miktarı zengin, kalorisi düşük bir kaynak. Dünyada kömür rezervlerine sahip önemli ülkelerde linyitler 4 bin kalorideyken bizde 1500-3000 arasında değişiyor. Kömürden gazlaştırma yöntemiyle elektrik üretiminin payı Avustralya’da yüzde 80, Polonya’da yüzde 70, Çin’de yüzde 60 ve Amerika’da yüzde 50 seviyesinde. Bizde hem kalori probleminden hem de eski teknoloji kullanımından dolayı ithal kömür ağırlık kazanırken yerli kaynaklar uzun yıllardır ihmal edildi. Şu anda kömür kaynaklarının sadece yüzde 37’sini değerlendirebiliyoruz.

Ata Ceylan kömür kaynaklarının elektrik üretiminde kullanılmasının önemine değinerek “Yatağan, Afşin, Elbistan, Tunçbilek ve Soma gibi termik santrallerde elektrik üretimi yapılıyor ve bunların toplamdaki payı yüzde 20. Bunlar genellikle ilk nesil teknolojiye sahip. 2000’li yıllardan itibaren gelişmiş teknolojili, çevreye daha az zarar veren, akışkan yataklı santraller kurulmaya başladı ancak bunlar daha çok ithal kömür kullanıyor.” bilgisini veriyor. Kalorisi düşük dahi olsa kömürde yerli kaynaklara öncelik verilmesi gerektiğini belirten Ceylan, şöyle devam ediyor: “Bakanlık, mevcut kömür rezervlerini değerlendirmek için atağa geçmiş durumda. Yap-işlet-devret yöntemiyle santraller kurulacak ve toplam 8 bin megavatlık ihaleye çıkılacak. Yeni teknolojilerle düşük kalorili kaynaklardan yüksek verim almak ve emisyon değerlerini düşürmek mümkün hâle geldi. Türkiye, kömürdeki bütün potansiyelini kullanmalı. Çünkü sonuçta yerli bir kaynak.”

Kömür gibi fosil yakıtlar arasında yer alan ve son yıllarda dünyada keşfedilen ‘shale gaz’ ya da diğer adıyla ‘kaya gazı’ da Türkiye’nin enerji arzında ilginç konu başlıklarından. Çünkü ülkemizde doğalgaz yok belki ama ciddi bir kaya gazı potansiyeli bulunuyor. Ata Ceylan’a göre kaya gazı, önümüzdeki yıllarda dünya doğalgaz piyasasındaki dengeleri altüst edecek yeni bir kaynak. Bu gaz, geçirimsiz kaya tabakaları arasında bulunuyor. Bugüne kadarki teknolojilerle kayalardan alınıp işlenmesi ekonomik bulunmadığı için bütün dünyada ihmal edilen kaya gazı, günümüzde ise yeni teknolojilerle çok daha ekonomik koşullarda elde edilebiliyor. Ceylan, kaya gazı kullanımının yaygınlaşması ile Amerika’nın sıvılaştırılmış doğalgaz ithalatının (LNG) yarıya düştüğünü belirterek “Yapılan araştırmalar Türkiye’de 400 ile 650 milyar metreküp arasında bir kaya gazı potansiyeli olduğunu gösteriyor. Türkiye bu kaynağı değerlendirebilirse doğalgaz ithalatını ciddi oranda azaltabilir.” diyor. Türkiye’de şu anda Shell ve TPAO’nın kaya gazı çıkarmak için çalışma yapmasına rağmen özel sektör için mevzuat altyapısı olmadığını da belirten Ceylan, ülke için çok önemli bir konu olan kaya gazıyla ilgili bir mevzuat ve teşvike ihtiyaç olduğu kanaatinde.

Rüzgârda potansiyel

Kömürden sonra gelen yerli kaynakların tamamı yenilenebilir ve çevreci enerjilerden oluşuyor ve bunların başında da hidroelektrik santralleri geliyor. Uzun yıllardır dev baraj projelerini hayata geçiren ve en büyük su kaynaklarından enerji elde eden Türkiye, son dönemde HES projeleriyle akarsuları da devreye soktu. Birkaç yıl öncesine kadar toplam elektrik üretiminde hidroelektriğin payı yüzde 19’dayken şimdi bu pay yüzde 26’ya çıktı ve yükselmeye devam ediyor. Hidroelektrik santralleri, Türkiye’nin enerjide en başarılı olduğu alan. Bazı akarsu projelerinde yaşanan olumsuzlukları saymazsak sektördeki büyüme son derece olumlu. Ata Ceylan, akarsulardaki HES projelerinde çevresel hassasiyetlere dikkat edilerek bölgede yaşayanların hukukuna özen gösterilmesi gerektiğini vurguluyor. Gelinen noktaya rağmen Türkiye’nin hidroelektrikte henüz potansiyelinin çok gerisinde olduğunu da hatırlatan Ceylan, su kaynaklarının elektrik üretimindeki payının rahatlıkla yüzde 40’lara ulaşabileceğini belirtiyor.

Yenilenebilir kaynaklar açısından hidroelektrikten sonra en hızlı gelişen kaynak, rüzgâr santralleri. Türkiye’nin ilk rüzgâr santralini 1998’de Çeşme Alaçatı’da faaliyete geçiren ve hâlen sektördeki en büyük oyuncu konumundaki Demirer Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Önder Demirer, bu alana yönelik son dönemdeki kamu teşvikleri ve özel sektör ilgisinden memnun olsa da henüz yolun başında olduğumuzu düşünüyor. Rüzgâr enerjisinin bu ülkede 15 yıllık geçmişi olmasına rağmen, toplam enerjideki payı hâlâ yüzde 2. İspanya ve Almanya gibi ülkelerde bu oran yüzde 10-12’lerde Oysa Almanya’nın rüzgâr oranı Türkiye’nin gerisinde. Demirer, rüzgârı istikrarlı bir kaynak diye nitelendiriyor. Yapılan ölçümlere göre her yıl esme oranının artı veya eksi 10 kilovatsaat fark ettiğini belirterek “Rüzgâr çok temiz ve çevreyi kirletmiyor. Hammaddesi dışa bağımlı değil. Cari açık açısından çok önemli. Maliyeti doğalgaz ile aynı. Ayrıca ciddi bir istihdam sağlıyor.” diyor.

Demirer, özel sektörün gösterdiği ilgiye rağmen rüzgâr enerjisinin toplam pastadan aldığı payın düşük kalmasının teşvik sistemiyle ilgili olduğunu düşünüyor. Devletin şu anda verdiği teşviklerin piyasa fiyatının altında kaldığını belirterek, göreve gelen her bakanın rüzgâr enerjisini desteklediğini, ancak bu desteklerin fiiliyata geçmediğinin altını çiziyor. Almanya’nın rüzgârı az olmasına rağmen, geliştirilen politikalarla, dünyanın en büyük rüzgâr enerjisi ihracatçılarından biri hâline geldiğini belirten Demirer, “Cumhuriyet’in 100. yılına enerji açısından sorunsuz girmek istiyorsak, rüzgâr enerjisine ciddi destek verilmeli ve bu kaynak, diğer büyük potansiyel hidroelektrik ile entegre edilmelidir.” diyor.

Bir diğer rüzgâr yatırımcısı ABK Enerji Yönetim Kurulu Başkanı Ünal Kabaca da devletin verdiği fiyatlara bakıldığında, yenilenebilir enerji kaynaklarına ciddi teşvik olmadığını düşünüyor. Bu fiyat mekanizması ile yenilenebilir enerji kaynaklarını harekete geçirebilmenin çok zor olduğunu belirten Kabaca, “Rüzgâr enerjisinde 2023 için 20 bin megavatlık kurulu kapasite hedefi var. Şu anda 1500 megavattayız. Ben toplamda 4 bin megavatı geçebileceğimizi tahmin etmiyorum.” diyor.

Sonuç olarak, enerjide dışa bağımlı olan ve bu yüzden sürekli cari açık sorunu yaşayan Türkiye’nin aslında yerli kaynakları son derece fazla. Bütün mesele, potansiyelleri harekete geçirebilmek. Bazı alanlarda bu potansiyeller değerlendirilmeye başlansa da daha gidecek çok yolumuz var. Elimizdeki imkânlar iyi kullanılabilirse, Türkiye orta vadede enerjideki ihtiyaçlarını büyük ölçüde yerli kaynaklardan karşılayabilir. Bu da bizi, üzerinde enerji oyunları oynanan bir coğrafya olmaktan çıkararak enerjide bir aktör hâline getirecektir.

Bio kütle ve güneş ilgi bekliyor

İspanya’dan sonra Avrupa’nın en fazla güneş alan ülkesi Türkiye’de güneş enerjisi yatırımları yok denecek kadar az. Bio kütle dediğimiz, enerji tarımına yönelik çalışmalar da henüz başlangıç aşamasında. Oysa bu iki sektör birçok ülkede son yıllarda ciddi yatırımlarla gündeme geliyor.

Ülkemizde bio kütle ve enerji tarımı konusunu en iyi bilen isimlerden biri, yüksek elektrik mühendisi ve yenilenebilir enerji uzmanı Hüseyin Yamankaradeniz. Konuyla ilgili bakanlıkla ortak çalışmalar yapan ve projeler hazırlayan Yamankaradeniz, Türkiye’nin çok büyük bio kütle ve enerji tarımı potansiyeli olduğunu söylüyor. Bu sektör, fosil yakıtlarından kaynaklanan karbon gazı salınımının panzehiri olarak görülüyor. Türkiye’de her yıl tarım ve orman atıklarından oluşan bio kütle miktarı 70 milyon ton. Buna ek olarak yüksek büyüme hızına sahip ve C4 diye adlandırılan bazı bitkiler ile tarıma elverişli olmayan topraklarda enerji tarımı yapılabiliyor. Yapılan çalışmalar Türkiye’de her yıl 40 milyon ton petrole eşdeğer bio kütle kaynağı olduğunu gösteriyor. Hâlen Almanya, Amerika, Kanada ve Brezilya, C4 denilen bitkilerden enerji elde eden ülkelerin başında geliyor.

Türkiye topraklarının bu bitkilerin yetişmesine çok uygun olduğunu vurgulayan Yamankaradeniz, Türkiye’de 10 milyon hektar tarım dışı arazi olduğunu belirterek enerji tarımı için ciddi potansiyel olduğunun altını çiziyor. Yenilenebilir Enerji Kanunu’nda bio kütle kaynaklı enerji yatırımlarına devletin ciddi teşvikler verdiğini de belirterek bu alandaki teşviklerin diğer yenilenebilir kaynakların üzerinde olduğunu hatırlatıyor. Denenmiş ve sonuç alınmış biokütle yakıtlarına bakıldığında ise buğday sapı, mısır yaprağı, orman atıkları, fındık kabukları, ağaç kabukları ve tavuk tersleri gibi Türkiye’de bol bulunan tarımsal atıklar dikkat çekiyor.

Enerji tarımına gelindiğinde ise bu alanda tarım dışı arazilerin kullanılabiliyor olması da Türkiye için büyük avantaj. Çünkü 10 milyon hektarlık bir araziden söz ediyoruz. Bu bitkilerin su istememesi ve kısa zamanda gelişmesi gibi avantajları var. Tatlı sorgum, dallı darı, mısır ve ılgın gibi bitkiler çok amaçlı kullanılabiliyor. Mesela, tatlı sorgum bitkisinin tohumundan hayvan yemi, suyundan etanol üretiliyor. Bu etanol benzine karıştırılarak araçlarda kullanılıyor. Brezilya bu yöntemle petrol ithalatını azaltmayı başarmış ülkelerden. Tatlı sorgumun küspesinden de elektrik enerjisi üretiliyor. Hüseyin Yamankaradeniz, bu alanda en ekonomik ve verimli yatırımları projelendirmek için çalıştıklarını belirterek özel sektörü enerji tarımı ve bio kütle yatırımlarını incelemeye davet ediyor.

Yenilenebilir kaynaklar arasında Türkiye’deki en büyük potansiyellerin başında güneş gelmesine rağmen, bu alandaki yatırımlar da yok denecek kadar az. Yenilenebilir Enerji Kanunu ile güneş enerjisi yatırımlarına 13,3 dolar sent alım garantisi getirildi. Sistemin kurulumunda yerli üretimin kullanılmasıyla bu 17 dolara kadar çıkabiliyor ancak bu teşvikler de diğer sektörlerde olduğu gibi yeterli değil. Devlet bu alanda ilk etapta 600 megavatlık bir tahsis yaptı. Şu anda güneş ölçümleri yapılıyor ve daha sonra ihale açılacak. Buna rağmen özel sektör bu alana fazla istekli görünmüyor. Güneş enerjisinde Türkiye’deki kurulu gücün toplamı sadece 4 megavat. Türkiye güneş zengini bir ülke ve Almanya’ya göre yüzde 40 daha fazla güneş alıyor. Buna rağmen Almanya’nın sektördeki kurulu gücü 20 bin megavat. Almanya ile kıyaslandığında Türkiye’de en az 30 bin megavatlık bir potansiyel var ki bu rakam, şu andaki yıllık elektrik tüketimimizin yarısından fazla. Buna rağmen yapılan tahsisat sadece 600 megavat.

Güneş enerjisi alanında yurtdışı yatırımları bulunan ESPE Enerji’nin hâlen Bulgaristan’da 5 megavatlık bir tesisi bulunuyor. Genel Müdür Fatih Koyuncu, bunu temmuzda 20 megavata çıkaracaklarını söylüyor. ESPE’nin bu yatırımı Bulgaristan’da yapmasının ön önemli sebebi teşvik sistemi. Bulgar hükümeti güneş enerjisi yatırımlarına 46 dolar sent üzerinden 25 yıl alım garantisi veriyor. ESPE’nin Konya’da 20 megavatlık bir tesis kuracağı bilgisini de veren Koyuncu, bürokrasinin tavrını eleştiriyor: “Enerji bürokrasisi nasıl olur da bu kadar önemli bir kaynağı ihmal eder anlamış değilim. Güneş enerjisi yoluyla dışa bağımlılığı ve cari açığı azaltma imkânı varken bu alanda çok daha iyi teşvikler olmalıydı. Türkiye bu sektörde maalesef çok geç kaldı ve iyi bir yolda değil.”

Nükleerde geç kaldık; ama yatırım şart

Dünyada en fazla tartışılan enerji kaynaklarından biri de nükleer. Genellikle kaza ve felaketlerle gündeme gelse de nükleer santrallerin en önemli özelliği ülkeler için yerli ve çevreci bir kaynak olması. Dünyadaki tabloya bakıldığında hâlen 30 ülkede 438 nükleer santral bulunuyor. 42 santral de inşaat aşamasında. Birçok sektörde olduğu gibi nükleerde de liderlik 104 nükleer santralle ABD’de. Dünyada nükleer santrallerin yüzde 62’si G-7 ülkelerinde. Dünyada nükleer enerjiden en fazla yararlanan ülke Fransa. Toplam 59 santralin faaliyet gösterdiği ülke, kullandığı enerjinin yüzde 76’sını nükleerden elde ediyor. Türkiye’nin yerli kaynaklar içinde en büyük eksiği nükleer santral.

Uzun yıllar nükleer santral konusuna uzak kalan Türkiye, AK Parti hükümetinin çabalarıyla nihayet bu konuda somut adımlar attı ve Mersin Akkuyu’da projeyi hayata geçirdi. Buradaki santrali Ruslar üçüncü nesil yeni teknolojilerle inşa edecek. Akkuyu’daki projenin dünyada eşi benzeri olmadığını belirten Prof. Yunus Çengel, “Bütün maliyeti Ruslar karşılayacak. Devlet garantisi verilmedi, sadece 10 yıllık alım garantisi verildi. Nükleer karşıtları bile bu projenin istisnai olduğu görüşünde.” diyor. Rusların nükleer sektöründe güçlü bir oyuncu olmak istediğini ve bu yüzden Türkiye’nin şartlarını kabul ettiklerini belirten Çengel, bu gelişmelerin Türkiye’nin geç kaldığı nükleer sektörüne iyi bir giriş yapması anlamına geldiğini belirtiyor.

Nükleer santral kurulması elbette sadece enerji kaynağı anlamına gelmiyor. Türkiye’nin bu alandaki bilgi birikimi ve yetişmiş insan gücü de oluşacak. Şu anda 50 Türk mühendisin Rusya’da bu sektör için eğitim alması bile bunun göstergesi. Akkuyu’daki NGS Elektrik Üretim AŞ, 4 üniteden oluşacak ve yılda 4 bin 800 megavat elektrik enerjisi üretecek. Son dönemde Suudi Arabistan gibi dünyanın en zengin petrol rezervlerine sahip ülkesinin bile Güney Kore ile nükleer santral anlaşması yapması, uzun vadede bu enerji türünün dünyada önemini koruyacağının göstergesi. Nükleer santraller, kurulum maliyeti yüksek ancak işletme maliyeti son derece düşük ve çevreci enerji üreten bir kaynak. Türkiye’nin bu alana girmiş olması, enerji arz güvenliği açısından son derece önemli bir gelişme.

Kaynak: Enerji Enstitüsü

bio kütleçevrim santralleridoğalgaz çevrim santraligüneşGüneş Enerjisikombiler
Yorumlar (0)
Yorum Ekle