Kategori : NATURAL GAS ENERGY NEWS, ENERGY AGENDA NEWS - Tarih : 30 March 2015
TANAP doğal gaz boru hattının temelinin atıldığı 17 Mart 2015 tarihinde Türkiye’nin uluslararası enerji denkleminde çok önemli bir yer edindiği, hatta gazda bir merkez (hub) olduğu yorumları yapıldı. Bununla birlikte bir çok “enerji uzmanı” bu projeyle ‘Türkiye’nin bölgesinde enerji koridoru ve merkezi(!) olma yolunda çok önemli bir adım attığı’ şeklinde kendi içerisinde çelişki barındıran ifadeler dahi kullandı.
Tartışmalar üzerine şu soru akıllara geliyor: TANAP ve benzeri projeler özelinde uygulanan dış enerji politikaları Türkiye’yi gerçekten bir enerji merkezine mi çeviriyor, transit mi yapıyor, yoksa salt üzerinden basıp geçilen bir koridor haline mi getiriyor?
Coğrafi olarak birbiriyle yarışan çeşitli boru hattı projelerinin odağındaki topraklarımız “Doğu-Batı” ve “Kuzey-Güney” olmak üzere iki ana enerji ekseninin kesişim noktasında yer alıyor. Bu iki enerji ekseni arasındaki Türkiye, piyasalarda haliyle geçiş ülkesi olarak addediliyor. Yalnız burada şunun altını çizmekte fayda var: Türkiye’yi içine alan veya ülkenin etrafından dolanan enerji projelerinin hiçbirinin fikir babası aslında Ankara değil. Doğu-Batı eksenli enerji projelerinin fikir sahibi ABD ve amaç 90’lardan itibaren başta Rusya’yı ‘by-pass’ ederek Avrupa’nın “kaynak çeşitliliğine” katkıda bulunmak. Fikir sahibi Rusya olan Kuzey-Güney eksenli enerji projelerindeki amaç ise Moskova’nın Avrupa’daki hakim durumunu koruyarak transit risklerden kaçınmak isteyen Rusya’nın “güzergah çeşitliliğine” hizmet etmek. Bu çerçevede, birincisinin geliştirdiği konsept “Güney Gaz-Petrol Koridoru”, ikincisinin ki ise “Güney Gaz-Petrol Ringi” olarak adlandırılıyor. Farklı iki enerji eksenine ait bu konseptlerin altındaki başarılı-başarısız enerji projeleri de birbiriyle kıyasıya rekabet ediyor. İlk konsepte BTC ham petrol ile Güney Kafkasya/Türkiye-Yunanistan/Nabucco/TAP/TANAP doğal gaz boru hattı gibi projeler dahilken; ikinci konseptte ise Samsun-Ceyhan petrol ile Mavi Akım, Güney Akım ve nihayet kamuoyunda yanlış bir biçimde Türk Akımı diye bilinen doğal gaz boru hattı projeleri yer alıyor.
Türkiye maalesef uluslararası enerji oyununda bu iki merkez eksen arasındaki rekabetin tali unsuru olarak görülüyor. Çünkü, bu zamana kadar konuşulan projelerde Türkiye her zaman aslında ‘başkalarının’ kendisine biçtiği enerji rolünü oynuyor. Dolayısıyla, Türk dış enerji politikasını ilkin Batı-Rusya eksenleri arasında ikilem rolü olarak değerlendirmek şart oluyor. Bu rolün tam olarak ne olduğu ise bu kadar kafa karışıklığı arasında öncelikle enerjide koridor, transit, merkez (hub) gibi temel kavramları ve bunların birbirinden farkını doğru tanımlamayı gerektiriyor. Türkiye gibi geçiş ülkeleri için enerji taşımacılığında başlıca üç kategori bulunuyor:
1) Koridor:Enerji fiyatları alıcı-satıcı tarafından belirlenirken geçiş ülke coğrafyasının bunlar arasında salt köprü olarak kullanılması ve taşımacılığın yapıldığı iletim sistemi mülkiyetinin o ülkenin tasarrufunda olmaması. Örnek: Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı (TPAO’nun payı sadece %6,75)
2) Transit:Enerji fiyatları yine alıcı-satıcı tarafından belirlenirken bunlar arasında yer alan coğrafyada taşımacılığın geçiş ülkesine ait şebeke üzerinden yapılması. Böylece vananın kontrolü ilgili ülkenin elinde bulunuyor ve üçüncü aktörler taşıttıkları gaz/petrolün bedelini geçiş ülkesi şirketine ödüyor. Örnek: Ukrayna
3) Merkez (hub):Alıcıyla satıcı arasında aktarıcı rolü üstlenilmeksizin farklı enerji kaynaklarının dengelenmesiyle çok sayıda piyasa oyuncusunun bir araya geldiği, bununla alakalı yeterli altyapı ve hizmetlerin mevcut olduğu bir fiziki/sanal ticaret merkezinin ilgili ülkede kurulması. Enerji fiyatları bu merkezde arz/talep dengesine göre belirlenirken gelişmiş ülke örneklerinde enerji merkezi o ülkenin finansal piyasalarına entegre oluyor ve bunun işletimi ilgili ülkenin şirketlerince yapılıyor. Örnek: ABD-Henry Hub veya Avrupa: NBP, TTF
Görüldüğü gibi bu üç kategori aslında birbirinden tamamen farklı jeopolitik anlayış ve ekonomik işleyiş mekanizmasına sahip. Bir ülkenin enerji denkleminde bulunduğu pozisyon onu üç kategoriden birine koyarken bu aynı zamanda bir fırsat maliyetini de beraberinde getiriyor. Koridor olan merkez olma iddiasını kaybettiği gibi transitten merkeze geçiş de pek kolay olmuyor. Koridorda geçiş ülkesinin konumu ve rolü ‘başkaları’ tarafından belirleniyor, transitte fiyatlar yine başkalarınca belirlense de koridora nazaran geçiş ülkesinin eli daha güçlü. Enerji merkezi (hub) olmak ise her şeyden önce akışkan bir piyasa yapısı, depolama dahil gelişmiş altyapı ve yeterli insan kaynağı talep eden sofistike bir ticaret mekanizması anlamını taşıyor. Yoksa ülkemizde sanıldığının aksine altımızdan ne kadar çok boru hattı geçerse o denli enerji merkezi olunmuyor. Zaten olunsaydı Türkiye’yle kıyaslanamayacak boru hattı ve depolama kapasitesine sahip Ukrayna bu duruma düşmez ve kendiliğinden ‘hub’ olurdu.
Bir tarafta üretici ülkeler diğer tarafta büyük tüketim pazarları, bir yanda tekel diğer yanda rekabetçi piyasalar ve bir tarafta otokratik diğer tarafta demokratik rejimlerle çevrili Türkiye bu iki farklı dünya arasında sıkışıyor. Burada, coğrafyası bir nimet olarak algılanabilecekken bu büyük potansiyeli bir türlü etkin kılamayan ülkemizin enerjide neden koridor kategorisine yer aldığını somut bir şekilde göstermek için daha yeni temeli atılan TANAP projesini yakından inceleyen bir parantez açalım:
________________________________________________________________________________________________________________
Bilindiği üzere TANAP’la ilk etapta ticari sözleşmeleri yapılmış 6’sı Türkiye’ye 10’u Avrupa’ya olmak üzere 16 bcm gaz taşınılması öngörülüyor. 10 milyar dolar civarında maliyete sahip olması beklenen proje Azerbaycan devlet petrol şirketi SOCAR’ın kontrolündeyken (%58), Türkiye BOTAŞ’la küçük ortak (%30) ve bir de İngiliz BP şirketi var (%12). TANAP’ı özgün kılan ise uluslararası bir proje olarak adlandırılmasına rağmen dikkatle bakılınca aslında ulusal bir hat olması. Çünkü boru hattı tek giriş olarak Türkiye-Gürcistan sınırında başlıyor, Türkiye’yi baştan sona kat ettikten sonra Edirne’de Türkiye-AB sınırında bitiyor, yani aslında bir ‘iç’ hat vazifesi görüyor. Bu projeyle Türkiye, gaz iletim sisteminde halihazırda fiili bir tekel olan kamu şirketi BOTAŞ’a rekabet de yaratıyor. Üstelik BOTAŞ yaptığı taşımacılık faaliyetinde üçüncü taraf erişimini sağlamakla yükümlü ve hukuken ulusal regülatör EPDK kurallarına tabi iken, Hükümetler-Arası ve Ev sahibi Hükümet gibi uluslararası anlaşmalardan hukuki varlık kaynağını alan TANAP için bu düzenlemeler geçersiz kalıyor. Zira, ulusal bir hat olup da böylesi bir muafiyete sahip olan başka bir proje AB dahil geniş Avrasya coğrafyasında bulunmuyor, SOCAR hattın sahibi olarak bu ayrıcalığın keyfini çıkarıyor.
Projenin taşımacılık ve tarifeler boyutunda ise ilginç ayrıntılar yer alıyor. BOTAŞ yurtiçinde herhangi bir şirketin 1000 metre küp gazını mesafe farkı olmaksızın giriş posta pulu çıkış yöntemiyle kendi sisteminden 28 TL’ye taşıyor ( yaklaşık $11/mcm). Aynı zamanda uzun erimli kontratlarla dış tedarikçilerden Türkiye sınırında teslim aldığı kendi gazını da yine 11 dolara ülkemizin farklı noktalarına götürüyor. 2011’de Azerbaycan’la yapılan bu türden alım-satım anlaşmasına göre Şah Deniz 2. Fasıldan üretilecek gazın 6 bcm hacimli kısmı da BOTAŞ’ın. O vakitler TANAP projesi gündemde olmadığından söz konusu miktar da diğer anlaşmalarda olduğu gibi sınırda teslim alınacak ve BOTAŞ’ın kendi iletim sistemiyle ülkenin çeşitli noktalarındaki tüketicilere ulaştırılacaktı. Fakat daha sonra TANAP projesi ortaya atıldı ve Türkiye ile TANAP proje şirketi arasında yapılan Ev Sahibi Hükümet Anlaşmasına göre BOTAŞ kendi gazını kendi sisteminden taşıma yerine TANAP’tan taşıtma kararı aldı! Gürcistan sınırında başlayan TANAP’ın büyük yatırım maliyetini edimsel kılmak için de yüksek bir tarife bedeli belirlendi. Buna göre BOTAŞ, TANAP’tan taşıtacağı her 1000 metre küp gazını Eskişehir’den önce çekmeme ve burada 79 dolar+ yakıt gazı, Trakya çıkışında ise 103 dolar+ yakıt gazı ödemekle yükümlü kılındı.(http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2014/10/20141021-14-1.pdf) Yani BOTAŞ kendi sistemiyle mevcut şartlarda 11 dolara taşıdığı gaz için TANAP’a 79+ /103+ dolar ödeyecek! Meseleyi somutlaştırmak adına örneğin BOTAŞ’ın bu gazı Ankara’ya getirip sattığını düşünelim. TANAP Eskişehir çıkışı 79 dolar+ yakıt gazı + BOTAŞ şebekesi 11 dolar olmak üzere paçalda 90+ dolarlık bir bedel kasadan çıkacak, yani bin metre küp başına fazladan en az 79 dolar ödeyeceğiz! 1000 metre küpte en az 79 dolar olan bu ek maliyet 6 bcm için yıllık 500 milyon dolara kadar çıkacak! Öte yandan hattın %30 sahibi olan BOTAŞ’ın yaklaşık bu oranda taşıma geliri de olacak. Bu salt bir muhasebe hesabı ama iktisadi yaklaşımda durum daha karışık: Zira, BOTAŞ %30 hisseye sahip olduğu TANAP’a yatıracağı 3 milyar dolarla kendi iletim sistemini iyileştirebilir, 16 bcm gazı ek kompresör ve loop hatlarla rahatlıkla taşıyabilirdi. Tabii ki bu yatırım ve işletim giderlerini de taşıma bedeline yansıtmak zorunda kalacaktı ama bu bedel asla 79 dolar gibi uçuk rakamların yanından bile geçmeyecekti. Örneğin, TANAP projesi ortada yokken Azerbaycan’la Türkiye arasında 2010 yılında yapılan müzakerelerde BOTAŞ sistemi kullanılarak Şah Deniz 2 gazının Gürcistan sınırımızdan Yunanistan’a taşınması öngörülüyordu ve BOTAŞ’ın SOCAR’a çıkardığı toplam transit bedelinin bu rakamların yarısı bile etmediği iddia edildi. O zamanlar Azeri gazının Avrupa’ya aktarımında BOTAŞ sisteminin transit olarak kullanılması düşünülüyordu. Aynı gaz aynı sınırda şimdi ise 103+ dolara teslim edilecek ve bu sefer taşıma bedelini alan değil bu bedeli ödeyen taraf biz olacağız! Bu anlaşmayı 2001 yılında taraflarca imzalanan ve halihazırda işleyen Şah Deniz 1 anlaşmasındaki hükümlerle kıyaslarsak durum daha da kötü. Zira o anlaşmada Türkiye koridor olmamış, Azerbaycan gazının belirlenen miktarını kendisi ‘re-export’ hakkıyla Yunan DEPA’ya satma konusunda anlaşmıştı ve halen satmakta.
Projede Türk tarafının bu ‘fedakarlığına’ telafi olarak Bakü, Ankara’ya Hazar Denizi’ndeki Şah Deniz sahasında %10’luk ek pay önerdi. Başta BOTAŞ’ın alması düşünülen bu hisseler nihayetinde TPAO’nun oldu. Bu durum TPAO’yı Şah Deniz Konsorsiyumunda BP’den sonraki en büyük hissedar yaparken Türkiye enerji sektöründe eksik olan ‘upstream’ boyutunu tamamlaması açısından olumlu görünüyor. Ancak söz konusu hissenin alım bedelinin yanında saha gelişimi ve Güney Kafkasya boru hattı kapasite artışı için yapılacak yatırımın (28 milyar dolar) ek %10’luk payla yeni mali külfet getireceği hesaplandığında toplamda en az 5 milyar doların TPAO’nun kasasından çıkacak olması unutulmamalı. Şah Deniz Konsorsiyumu’ndaki hisse artırımının projenin ortasında yapılması da bir başka tartışma konusu. Zira, yüksek gaz üretim maliyeti nedeniyle Fransız Total Konsorsiyumdan çıkarken Norveç Statoil şirketi buradaki payını azalttı. Bu durumda akıllara ister istemez şu sorular geliyor: Dünyanın her yerinde yatırımları olan bu enerji ‘majörleri’ neyi biliyorlar ki bu projeleri terk ediyor veya küçücük üretimimizle biz onlardan daha fazla neyi biliyoruz ki hisse artırıyoruz?
Bir başka tartışma konusu ise gaz fiyatı. Şah Deniz 1’den gelen Azerbaycan gazını mevcut haliyle Rus gazından daha ucuza aldığımız malum. Şah Deniz 2’de ise gazın fiyatını Rus gazına endekslemiş ve ondan % 12 daha ucuza almak üzere anlaşmıştık. Fakat yine TANAP’ın ortaya çıkmasıyla bu gazı Gürcistan sınırında değil Eskişehir çıkışında alacağımız unutulmamalı. Farz edelim ki Rus gazının fiyatı $350/mcm bu durumda Şah Deniz 2 gazının fiyatı %12 indirimle $308/mcm oluyor. Ancak buna bir de 79+ dolar TANAP taşıma bedelini eklediğimizde fiyat günün sonunda gaz fiyatı Rus gazından %12 ucuza değil bir o kadar pahalıya mal oluyor! Projenin savunucuları meseleye tek taraflı bakmamak gerektiğini Azerbaycan’la Türkiye arasında ‘stratejik ittifak ve ekonomik karşılıklı bağımlılık ilişkisi’ bulunduğunu söylüyor buna gerekçe olarak da SOCAR’ın Türkiye’deki yatırımlarını gösteriyorlar. Evet SOCAR özelleştirilen Petkim’i aldı ve İzmir’de Star rafinerisi projesi var. Bu bir bakıma haklı bir bakış açısı. Türkiye-Azerbaycan yakınlaşmasını desteklenmeli ve bunun arttırılması gerekiyor. Ancak bu anlaşmalardaki ihtilafların çözümü için dış hukukun seçilmesi ve Türkiye’nin düştüğü ticari zaaf görmezden gelinmemeli. Sıkıştıkları her noktada strateji sözünü dillerinden düşürmeyen ve ‘jeopolitik yüksek strateji’ bahanesiyle yukarıdaki kara delikleri geçiştirenlere başka bir ‘stratejik’ soru soralım. Tamam Azerbaycan kardeş devletimiz ve enerji piyasalarında olmaz ama hadi SOCAR kardeş şirketimiz ve burada yatırımları var diyerek istediğiniz ölçekte konuya yaklaşalım: Peki ileride Batı-Rusya gerilimi artıp Güney Kafkasya’da savaş ortamı oluşur ve Rus ordusu Bakü’ye girerse buna kim dur diyebilecek? Olmaz olmaz demeyin 2008 Gürcistan ve 2014 Ukrayna’yı hatırlayın. Bizim işimiz önceden uyarmak. Uluslararası toplum Karabağ’da Ermeni işgalini görmezden gelir ve Türkiye de işgal altındaki topraklar için bile Azerbaycan’a yardım edemezken böyle bir senaryoda Bakü’ye güvenlik garantisi nasıl sağlanacak, SOCAR el değiştirirse kim ne yapabilecek, bunları hiç düşündük mü?
_________________________________________________________________________________________________________________
TANAP projesinin teknik ayrıntılarına daha fazla girmeden burada parantezi kapatıp baştaki konumuza geri dönelim ve yukarıdaki bilgiler ışığında düşünelim: Kontrolü Türkiye’nin elinde olmayan bu tür projeler sizce bizi baştaki kategorilerden hangisine oturtuyor? Gaz fiyatı ülkemizde belirlenmeyecekken TANAP Türkiye’yi enerjide merkez mi, transit mi yoksa koridor mu yapıyor artık siz karar verin. TANAP’ın Yunanistan’da TAP’a bağlanması ve Türkiye yerine Yunan-Bulgar İnterkonnektörünün bitimiyle Yunanistan’dan diğer Balkan ülkelerine gaz dağıtımının yapılacak olması hasebiyle Türkiye’nin koridor Yunanistan’ın merkez olması da cabası. Türkiye’nin TAP’a girip bu gazı IAP gibi projelerle kardeş Bosna’ya götürme vizyonu olsa hadi bunu da yutardık ama maalesef o da yok! Ya da TANAP üzerinden Hazar geçişli boru hattıyla Türkmen gazının gelme ihtimali gerçekçi olsa neyse derdik ama 90’larda Rusya güçsüzken ve Çin işin içinde yokken gündemde olan bu projenin şu anda gerçekleşme şansı yok. Zaten bakmayın söyleme ne Türkmenistan yetkili ne de Azerbaycan istekli bu işe.
Meseleye yapısal yaklaştığımızda ise 2008 yılından sonra değişen Avrupa gaz piyasası koşullarında uzun erimli kontratların yerini spot piyasa fiyatlandırmalarının aldığı, gazın gazla rekabet ettiği, ‘hub’ ların yaygınlaştığı bir ticaret modeli gerçeğiyle karşı karşıyayız.(http://www.eppen.org/haberdetay3.php?haberID=38) Bu değişimin piyasa aktörleri açısından en önemli sonuçlarından biri de piyasanın ‘satıcı pazarından’ ‘alıcı pazarına’ yani Türkiye gibi ithalatçı ülkelerin ellerinin güçlendiği bir piyasa yapısına evrilmesi. Bu sayede yeni merkezler oluşur fiyatlar düşerken bizim gibi ülkelerin müzakere konumu güçleniyor. TANAP gibi projelerde ise Türkiye bu olumlu şartlara rağmen satıcıyı alıcıyla doğrudan buluşturarak piyasayı kendi elleriyle ‘satıcı pazarına’ çeviriyor! Avrupa’nın amacı Türkiye’yi atlatıp Hazar kaynaklarına doğrudan ulaşmak ve SOCAR’ın amacı Türkiye’yi delip geçerek malını doğrudan pazarlamak iken taraflar TANAP’la bunu başarıyor. Ne pahasına? Türkiye’yi salt bir koridor yapma pahasına! Kendi kendini ‘by-pass’ eden ve bunun sonucunda köprü olmakla övünen Ankara bu proje özelinde söylemde merkez eylemde koridor tutarlılığına (!) devam ediyor.
Aslında temel sıkıntı gündelik gelişmelere odaklı ve uzun vadeli bakış açısından yoksun dış enerji politikalarının dar vizyonu. Enerji sektörünün önemini yeterince kavrayamamış olan Türkiye’de boru hatlarının salt çelik olmadığını, bunun ötesinde çok ciddi jeopolitik sonuçları da beraberinde getirdiği anlaşılmamış. Yoksa Ankara Doğu-Batı ve Kuzey-Güney eksenli enerji projeleri arasındaki rekabeti coğrafi konumuyla avantaja dönüştürüp birbirine oynatarak düşük üretimine rağmen çoktan bir enerji merkezi haline gelebilirdi. Biz ise kendi planımızla kendi konumumuzu merkez olarak belirlemek yerine başkalarının planlarında başkalarının belirlediği sınırlarda üzerinden basıp geçilen bir koridor olmayı tercih ediyoruz. Sorun sadece TANAP değil, son proje olduğu için üzerinde durduk. Bu durum diğer projelerde de gözlemleniyor. Mavi Akım’la birlikte Türkiye büyük bir pazara dönüştürülerek gaza bağımlı kılındı. Ya da Ceyhan petrol terminali olacak söylemini anımsıyor musunuz, peki ya eylemde ne oldu? Asrın projesi denilen Bakü-Tiflis-Ceyhan’da da koridor konumuna düşmüştük, petrol endüstrisi için gerekli rafineri yatırımlarını yapamadık, farklı kaynaklı (Azerbaycan, Irak, Kazakistan, Rusya, Türkmenistan) petrolü Ceyhan’a akıtıp buradan uluslararası petrol ticaretinde geçerliliği olacak Ceyhan ‘benchmark’ ını uygun potansiyelimize rağmen ortaya çıkaramadık.
Ülkemiz maalesef doğal gazda da kendi ticaret merkezini (hub) kuramadığı gibi eline geçen fırsatları heba ediyor ve akıl almaz hatalar yapıyor. Dünyada 2014 son çeyreğinden itibaren LNG fiyatları yerlerde sürünürken yaz ayında Katar’dan pahalıya spot LNG alınıyor, en önemlisi ise gazda ‘sessiz devrim’ yaşanırken spot piyasa yerine halen daha uzun erimli ve petrol ürünlerine bağlı ‘al ya da öde’ hükümlü anlaşmalar imzalıyor. En son IKBY ile yapılan gaz anlaşmasıyla Kuzey Irak’taki Miran sahasından üretilecek gazın Türkiye ve Avrupa’ya taşınması söz konusu. Hissedarları arasında ünlü N. Rothschild’in de bulunduğu sahanın sahibi Genel Energy şirketinin İcra Kurulu Başkanı’nın yaptığı açıklamaya göre bu gaz için BOTAŞ 7 mmBtu altında (yaklaşık $240/mcm) bir bedel ödeyecek. Diğer satıcılara kıyasla ucuz olan bu gaz fiyatı başta kulaklara hoş geliyor. İyi de diğer satıcılar yüksek çıkarma ve taşıma (Sibirya, Pars, Şah Deniz sahaları) maliyetli gazı binlerce kilometre öteden getirirken sınırımızın dibinde ve düşük maliyetli bir gaz için 240 dolarlık bir fiyat çok değil mi? En önemlisi ise neden 1959 model petrole endeksli uzun erimli anlaşmalar imzalıyoruz? Bunun yerine fiyatları ilkin Avrupa’daki akışkan bir gaz ‘hub’ına endekslesek, sonrasında Türkiye’de bir gaz ticaret merkezi kurup fiyatı burada belirlesek ve en nihayetinde K. Irak’ı aşıp İran, Rusya gibi yüksek fiyatla gaz aldığımız tedarikçilerimizi petrol ürünleri endeksi yerine fiyatları buradaki gaz hub’a bağlamaya zorlasak fena olmaz mı? Bu tedarikçiler böyle bir koz karşılığında müzakerelerde yerlerinden hoplar ve bize istediğimiz indirimi fazlasıyla vermek durumunda kalır. Böylelikle hem fiyatları burada belirleyerek gaz alım maliyetimizi kendiliğinden düşürürüz hem de %10,25 indirimleri aman formülün başlangıç fiyatına uygulayalım diye yırtınmayız. İşin siyasi maliyetine hiç girmiyorum sadece her sene enerji ithalatına 56-60 milyar dolar ödüyoruz, yazık değil mi?
Durum Rusya’yla yapılması tasarlanan ve kamuoyunda yanlış bir algılamayla ‘Türk Akımı’ olarak adlandırılan yeni hat için de geçerli. Bu algı yönetimi bile aslında durumumuzu özetliyor: Hiç payımız olmadığı bir hatta ‘Türk’ ismi eklenince kendimizi yine söylem tatminiyle merkez yerine koyuyoruz! Halbuki perde arkası orada da çok farklı. Ruslar Yunanistan sınırımızda fiziki hub öneriyorlar. Üzerimizden Avrupa’ya gaz satarlarsa Rus gazına olan bağımlılığımızı dengeleyip son kullanıcı olmaktan ara kullanıcı durumuna gelebiliriz. Fakat Rusya’nın Batı karşısındaki son durumunu bir fırsat olarak değerlendirip elimiz güçlüyken müzakere masasına boşver fiziki hubı, gel ‘sanal’ bir hub kuralım diye karşı bir teklifle gitmiyoruz. Kurulacak merkezin adına Avrasya Gaz Hub diyelim ve Gazprom’a gel buna ortak ol önerisi götürelim. Diğer gelecek kaynaklarla birlikte sen de buraya gazını gönder ve Türkiye’de fiyatlandırıp Avrupa’ya birlikte satalım demeliyiz. Aksi takdirde son fırsat da riske dönüşür, biz yine koridor ve Yunanistan da yine merkez olur. İşin ilginci tedarikçilerle hep biz masaya oturuyoruz ve hep de masa dışındaki Yunanistan kılını kıpırdatmadan bu müzakerelerden kazançlı çıkarken biz beğenmediğimiz bir Ukrayna transiti bile olamıyoruz!
İktidarlar değişse de anlayış değişmiyor. 90’lı yıllarda imzalanan ve Batı ile Rusya eksenleri rekabetinden kaynaklanan BTC petrol ile Mavi Akım gaz anlaşmalarını düşünelim. İkisi de proje sahipleri için hayati önemdeydi ve günün sonunda ikisi de gerçekleşti. Ancak ne pahasına? Bu projeler arkalarında bir sürü şaibe ve tartışma bırakırken birinden zarar ettik (yakın zamana kadar BIL’in BTC hat işletim gideri gelirini karşılamıyordu), diğerinden Rus gazına orantısız bağımlılıkla çıktık. Manzara şu: Dünya enerji denkleminin bu iki merkez ekseninin geliştirdiği projeler birbiriyle yarışırken sonunda biri karşılığı diğeri olsun diye özetleyebileceğimiz bir zımni anlaşma ve ortasında da uluslararası sistemin denge işleyişinde işlerin ‘halledildiği’ bir koridor ülke var gibi geliyor sanki. Yıllar geçti, iktidarlar değişti ve bu durum TANAP-Türk Akımı örneğinde yeniden türedi, bundan sonrasını izleyelim görelim!
Yukarıda anlatılanları özetlemek gerekirse bölgesinde Batı ile Rusya arasındaki Doğu-Batı ve Kuzey-Güney eksenli enerji projeleri arasında ikilem yaşayan Türkiye, enerjide söylem bazında dile getirdiği merkez olma iddiasının tam aksine başkalarının üzerinden geçtiği ve konumunu çizdiği bir geçiş noktası olarak görülüyor. Bu iki ana enerji ekseni arasındaki rekabet ulusal enerji politikaları hayata geçirilerek kolaylıkla avantaja dönüşebilecek ve Türkiye kendi rolünü kendi belirleyebilecekken, Ankara coğrafi konumunun getirdiği avantajlı pozisyonu vizyon eksikliğiyle adeta heba ediyor ve her iki eksen için de önce pazar sonra koridor oluyor. Aslında vizyon demişken belki de sorun enerjide değil daha derinde, köprü olmaktan övünen bir zihniyettedir kim bilir! Tarihte Batı uygarlığının edindiği üstünlüğe karşı bir tepki olarak gelişen 19. yüzyıl Osmanlı modernleşmesi tartışmalarında Batıcıların yanında dönemin İslamcı entelektüeli Ahmed Cevdet Paşa’nın bile ‘dünyada tek Medeniyet vardır o da Batı’dır ve biz de ona eklemlenmeliyiz’ dediği yıllarda Rus düşünürler dünyada Batı’dan başka medeniyetlerin olduğunu ve Rusya’nın da o medeniyet merkezlerinden biri olduğunu iddia ediyorlardı. Asırlar geçse de düşünce ikliminde Batı yine aynı Batı, Rusya yine aynı Rusya ve maalesef Türkiye yine aynı Türkiye. Genel zihin ikliminde kendisini merkez değil köprü olarak görmenin enerjiye yansıması da herhalde ‘hub’ olmak değil hapı yutmak, pardon merkez değil koridor olmak şeklinde tezahür ediyor. Nihayetinde bize de enerji politikalarımızı tanımlarken bu seviyede düşünen enerji çapsızlarına başlığımızı hatırlatmak düşüyor: Sana koridor olamazsın demedik enerjide merkez olamazsın dedik!
Dr.Volkan Özdemir / Eppen