Kategori : ENERJİ GÜNDEMİ, PETROL ve AKARYAKIT SEKTÖRÜ - Tarih : 18 Aralık 2014
Giriş
Dünyamız yaklaşık 40 yıldır yoğun sanayileşmeye bağlı olarak hızla kirlenen doğa nedeniyle acil durum sinyali vermektedir. Özellikle son 20 yılda yaratılan çevre kirliliğiyle hava ve suda kritik değerlere yaklaşılmıştır. Bu durum 1970’lerden bugüne çevresel istatistikler ışığında takip edilmekle birlikte, hükümetlerin ekonomik büyüme hedefleri çoğu zaman çevreyle ilgili regülasyonların beraberinde getirmekte olduğu maliyetlerle örtüşmediğinden çözüme yönelik etkin bir politika izlenememektedir.
Konuya petrol çevre ilişkisi açısından bakıldığında iki boyutun ön plana çıktığı görülmektedir. Bunlardan ilki fosil yakıtlar ve petrole dayalı ürünlerin iklim değişikliğine etkisi, diğeri ise petrol arama, sondaj, taşıma, işleme süreçleri ve kazalar sonucu oluşan petrol sızıntılarının yarattığı kirliliktir. Geçtiğimiz son birkaç yıl içinde ise Amerika Birleşik Devletleri’nin ithal petrol kaynaklarını kaya petrolü ve kaya gazı ile ikame etmeye başlaması sonucunda bu üretim biçiminin çevresel etkileri de yoğun tartışmalara konu olmaya başlamıştır.
Bu üç konu arasında iklim değişikliği ve buna bağlı olarak sera gazı emisyonlarının azaltılmasına yönelik hedefler uluslararası çevre politikalarının ve hükümetler arası işbirliklerinin ana konusunu teşkil etmektedir. Belirlenen hedefler petrolün kullanım alanları, işlenme şekli, son tüketici kullanım oranı ve üretim tesislerinin yeri gibi birçok faktörü etkileyebilmektedir.
Petrol üretim noktalarındaki olası kazalar, özellikle Kuzey Kutbu’nda planlanan petrol arama ve sondaj çalışmaları nedeniyle dünya gündeminde önemli bir yere sahiptir. Bu konu bölgede yer alan hükümetler arası konseyler, sivil toplum kuruluşları ve petrol şirketleri arasında yoğun tartışmaları beraberinde getirmektedir.
Kaya petrolü ve kaya gazının ABD tarafından üretilmeye başlaması ise küresel ölçekte ekonomik yapıda yaratttığı dönüşümün etkileri ile eş zamanlı olarak insan sağlığına zarar verdiği ve doğal kaynakları kirlettiği iddialarıyla gündeme gelmektedir.
Bu çevresel sorunlardan ve tartışmalardan hareketle dünyada “Yeşil Ekonomi”nin farklı biçimleri politika belirleme süreçlerine dahil olmaktadır. Yeşil Ekonomi fikrinin gelişmesinde bir yanda sivil toplum kuruluşlarının hazırladıkları raporlar ve yürüttükleri kampanyalarla yarattıkları toplumsal baskıyla akademisyenler ve uluslararası kuruluşların yayınladığı somut istatistiki veriler yer alırken diğer yanda ekonomik çıkarları ve büyüme hedeflerini de korumaya çalışan hükümetler ve şirketler yer almaktadır. Karbon Ticareti gibi fikirler de bu denge sağlama çabalarının bir ürünü olarak şirketlerin hükümetlere önerdiği çözümler arasında yer almaktadır.
Bu çalışmada ilgili literatürden ve güncel gelişmelerden hareketle petrol çevre ilişkisini anlamak açısından yukarıda belirtilen konulara tarihsel boyutunu da dikkate alarak kısaca değinilecektir.
Petrole Bağlı Çevre Kirliliğinin Kaynakları
Petrol nedeniyle ortaya çıkan kirliliği tesislerin işletme sürecinde oluşan kirlilik, kazalar ve son kullanıcı kaynaklı kirlilik olmak üzere üç grupta toplayabiliriz.
Bunlar arasında süreklilik arz etmekle birlikte kamuoyuna fazla yansımayanı tesislerin işletme sürecinde oluşan kirliliktir. Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) tesislerle ilgili kirliliği 5 başlık altında ele almaktadır. Bunlar, petrol yükleme/boşaltma tesisleri, rafineriler, petrol üretim tesisleri ve petrol yüklü tankerlerin yarattığı trafik ve balast suyu boşaltma nedeniyle ortaya çıkan çevre sorunlarıdır. Özellikle balast suyu boşaltma nedeniyle bir denizden başka bir denize taşınan canlıların ekosisteme önemli zararları olduğu belirtilmektedir. TÜDAV bu konuya ilişkin olarak Karadeniz’e yabancı bir deniz canlısı olan “taraklı medüz”un hamsi ve istavrite verdiği zararı örnek olarak göstermektedir.
Petrol kaynaklı kirlilikte kazalar da önemli bir yere sahiptir. Tanker kazaları ve denizde petrol üretilen tesislerdeki kazaların telafisi mümkün olmayan çevre sorunlarına yol açtığı belirtilmektedir. 1989 yılında Exxon Valdez adındaki süpertankerin Alaska’da kayalıklara çıkması sonucu oluşan kaza ve 20 Nisan 2010’da gerçekleşen Deepwater Horizon Petrol Sızıntısı bunun önemli örnekleridir.
Son kullanıcı kaynaklı kirlilik ise petrol ürünü kullanan sanayi tesisleri, ulaşım araçları ve petro-kimya ürünleri kullanımı sonucu oluşan kirliliği kapsamaktadır. Petrol ürünlerinin yarattığı kirliliğin bu boyutu daha çok sera gazı salınımı ve iklim değişikliği alanında gündeme gelmektedir.
Son kullanıcı kaynaklı kirlilikte hidrokarbon yanma sonucu ortaya çıkan hava kirliliği ve bunun sonucu olduğuna inanılan iklim değişikliği ve küresel ısınma konusu tartışılmaktadır. Daniel Yergin, hidrokarbon yanmanın olası sonuçlarını “duman ve hava kirliliği, ozon tabakasının yok olması, asitli yağmur ve küresel ısınma” olarak sıralamaktadır. Küresel ısınma olası riskler arasında en önemlisi olarak görülmektedir.
Sera gazı emisyonlarındaki artış ve kazaların yarattığı çevresel sorunlar dikkate alınarak petrolün yarattığı kirliliğe ilişkin çeşitli çözüm önerileri getirilmiştir. Bunlardan biri petrol ve üretim işini tecrit etmektir ancak bunun uygulaması çok kolay değildir. Sanayide ve konutlarda fuel-oil’dan doğalgaza geçiş de bu tartışmaların bir ürünüdür. Bu aşamada doğalgazın temel kısıtı ülkelerin birbirine bağımlılığıdır. Doğalgaz kullanımı taşınma yöntemleri ve kaynakların sınırlılığı itibariyle uluslararası ilişkiler açısından önemli riskleri beraberinde getirmektedir. Enerjinin korunması ve enerji verimliliğinin arttırılması da diğer kirletici enerji kaynakları gibi petrolün daha az tüketilmesine yönelik bir çözüm olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan karbon ayak izi açısından en önemli konulardan biri olan ulaşım araçlarındaki benzin ve dizel tüketimine alternatif olarak “yeşil benzin”in pazara sürülme çabası vardır.
Petrol Çevre İlişkisinin Tarihçesi
Petrol çevre ilişkisinin tarihçesini hem iklim değişikliğinin önlenmesi amacıyla sera gazı emisyonlarının azaltılmasına yönelik uluslararası toplantılar hem de uluslararası yansımaları olan büyük kazalar açısından ele almak uygun olacaktır.
Daniel Yergin, “Petrol: Para ve Güç Çatışması’nın Epik Öyküsü” adlı kitabında eserin yazıldığı 90’lı yıllara kadar olan çevre hareketlerini üç dalgada tanımlamaktadır. 1960’ların sonu 70’lerin başında görülen birinci dalganın temiz hava ve su odaklı olduğunu, ikinci dalganın 70’lerin sonunda nükleer gücün yavaşlatılması ve durdurulmasına odaklandığını, üçüncü dalganın ise 80’lerde başlayıp 90’larda devam eden yağmur ormanlarının tükenmesi, atıkların yok edilmesi gibi konularda küresel bir hareket olarak ortaya çıktığını ifade etmektedir.
1970’lı yıllar aynı zamanda kömürden mazota geçiş yıllarıdır. Bu dönemde hem konutlarda hem de sanayide petrol ürünleri enerji kaynağı olarak yoğun olarak kullanılmaya başlamıştır. Ekonomik refah ile çevre arasındaki denge bu dönemde Petrol Krizi ile beraber çevresel hareketlerin aleyhine bozulmuş ve çevrenin korunması konusu önemini yitirmiştir.
İklim değişikliğinin ana kaynağı olduğuna inanılan karbon emisyonu oranları ise başta ABD olmak üzere tüm dünya tarafından Charles David Keeling’in 1958’de Hawai’de Mauna Loa Volkanı’nda denizden 3000 m. yükseklikte kurduğu ölçümleme istasyonu sayesinde takip edilmiştir. Keeling Eğrisi’nin öngörüler doğrultusunda 60’lı yıllarda raporlanan risk değerleri hükümetlerin bugün uygulamaya çalıştığı düzenlemelerin temelini oluşturmaktadır. Keeling Eğrisi’ne göre 1958’de 315 ppm olarak ölçülen CO2 değeri günümüzde 400 ppm civarındadır.
Uluslararası toplantılarla iklim değişikliğinin yönetilmeye başlamasında önemli bir adım olan Intergovernmental Panel on Climate Change (IPCC)’in kuruluşu 1988 yılında gerçekleşmiştir. Dünya Meteoroloji Örgütü ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) katkılarıyla araştırmacıların bir araya geldiği bu bağımsız yapılanma iklim değişikliği ile ilgili olarak hükümetler arası politikaların belirlenme sürecinde kilit rol oynamaktadır. IPCC 1988’den 1992 yılına kadar olan süreçte hükümetleri bir araya getirerek Rio Konferansı’nda sunulacak raporları, diğer bir ifadeyle hükümetler tarafından büyük ölçüde kabul göre politikaları içeren belgeleri hazırlamıştır. IPCC’nin 5. Değerlendirme Raporu Aralık 2015’te gerçekleştirilecek Paris Konferansı’na temel teşkil etmek üzere 2014 yılında yayınlanmıştır.
1992 Rio Konferansı karbon emisyonunun hükümetlerin politikalarıyla azaltılması yönünde hükümetler arası kararların alındığı ilk uluslararası toplantıdır. ABD’nin de baskısıyla bu toplantıda karbon emisyonlarının azaltılmasıyla ilgili kararlılık belirtilmekle birlikte herhangi bir hedef konulmamıştır. Bu toplantı ile BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi devreye alınmıştır.
Karbon emisyonunun azaltılmasıyla ilgili hedefler Rio Konferansı’ndan 5 yıl sonra 1997’de Kyoto Protokolü’nün imzalanmasıyla belirlenmiştir. 16 Şubat 2005’te yürürlüğe giren protokol gelişmiş ülkelere 2008-2012 yılları arasında 1990 yılına göre karbon emisyonunda % 5 azalma hedefi koyarken gelişmekte olan ülkeler için ise GSMH’daki her % 10’luk artış için % 1,4 azaltma hedefi öngörmektedir. Bu hedef 2010 yılında Cancun Konferansı’nda % 1,6’ya çıkarılmıştır.
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler çevresel maliyetlerin yüksekliği nedeniyle Kyoto’ya uzun süre çekince ile yaklaşmıştır. Türkiye Kyoto Protokolü’nü 7 Şubat 2009’da onaylamış olmakla birlikte gerekli siyasa değişikliğini yapmamak ve yasal düzenlemeleri gerçekleştirmemekle eleştirilmektedir. Harward Üniversitesi’nden Jeffrey Frankel, “Türkiye’nin 2005’e göre 2020’de % 20 daha fazla karbon emisyonu öngörmesinin çok yüksek olduğunu vurgulamaktadır.” Burada sorun ağırlıklı olarak kömür teşvik politikasına bağlı görünmekle birlikte giderek artan araç sayısının yarattığı kirlik de önemli bir paya sahiptir.
2002 yılında gerçekleştirilen Johannesbourg Konferansı, Rio Konferansı’nın bir değerlendirmesi niteliğindedir. Önemli kararların alınamadığı bu toplantıda sonuçlarının sınırlı kalmasının temel nedeni olarak ABD’nin karar çıkmaması yönündeki siyasi tutumu gösterilmektedir.
Kyoto Protokolü’nün son bulmasıyla birlikte önümüzdeki süreçte hükümetlerin nasıl bir politika izleyecekleri konusunda belirsizliğin 2015 yılının Aralık ayında gerçekleşecek Paris Konferansı ile son bulması beklenmektedir. Paris Konferansı IPCC’nin 5. Değerlendirme Raporu’nun bir yansıması niteliği taşıyacak olmakla birlikte hükümetlerin ve uluslararası kuruluşların 2020 stratejileri de alınacak kararlarda belirleyici rol oynayacaktır. Petrol şirketlerinin sürdürülebilirlik ve çevre stratejilerinde bu kararları esas aldığı düşünüldüğünde alınacak olan kararlar petrol sektörü açısından da belirleyici olacaktır.
Tarihte Önemli Kazalar
Dünya tarihi açısından önem taşıyan ilk büyük çevre kazası 1986 yılı Nisan ayında Ukrayna’da meydana gelen Çernobil Nükleer Felaketi’dir. Çernobil bir nükleer santral kazası olmakla birlikte dünyada enerji üretim tesislerinin yaratabileceği çevresel tehditlerle ilgili bir farkındalık yaratmıştır.
Petrol kazaları arasında önemli sayılan olaylardan biri 24 Mart 1989 tarihinde Exxon Valdez adındaki süpertankerin Alaska’nın Prens Willian Gacud bölgesinde Bligh Reef kayalıklarına çarpmasıdır. Kaza sonucu denize 140.000 varil petrol akmış ve suları temizlemek için 2 milyon dolar harcanmıştır ancak bu zararı telafi etmeye yetmemiş ve suların aradan geçen 25 yıla karşın tam olarak arındırılması ve ekosistemin eski haline dönmesi mümkün olmamıştır.
Tarihin en büyük petrol kazası ise Meksika Körfezi’nde gerçekleşen Deepwater Horizon Petrol Sızıntısı’dır. Bu kaza sonucunda ilk aşamada 11 kişi ölmüş, birçok kişi yaralanmıştır. Çıkan yangın 36 saat sonra söndürülebilmiştir. Kuyu kapatılana kadar çevreye yaklaşık 4,9 milyon varil petrol yayılmıştır. Kazanın olduğu bölge doğal ekolojik alanı olan, koruma altındaki Kemp’s Ridley kamplumbağalarının kitleler halinde öldüğü ve kazanın olduğu günden bugüne birçok deniz canlısının çoğalamadığı araştırmacılar tarafından tespit edilmiştir. Kazanın etkisi Meksika Körfezi’yle sınırlı kalmamış, Louisiana ve Mississipi Deltası’nda da balıkçılık ve turizm büyük ölçüde etkilenmiştir.
BP 2013 yılı Sürdürülebilirlik Raporu’na göre şirket bölgedeki zararın tazmini, gerekli araştırma faaliyetlerinin yapılması ve suların temizlenmesine ilişkin çalışmalar için toplam 20 milyar $ bütçe ayırmıştır. 2013 yılı sonuna kadar bu bütçenin 13 milyar $’ı harcanmıştır. Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (National Oceanic and Atmospheric Administration) BP’ye verilecek cezaların tespiti için araştırmalar yapmaya devam etmektedir.
Bu sızıntıyı referans gösteren çevreciler Keystone Boru Hattı’na itiraz etmektedir. Burada önemli olan bir husus da meydana gelen önemli kazaların yeni yapılacak petrol üretim faaliyetlerine önyargılı yaklaşılmasına neden olmasıdır. Bunun en önemli örneklerinden biri Shell’in Kuzey Kutbu’nda yapmayı planladığı petrol arama ve sondaj çalışmalarıdır.
Türkiye’ye baktığımızda Boğazlarda iki önemli petrol kazasının gerçekleştiği görülmektedir. 1979 yılında 93.000 ton petrol taşıyan Independenta ile kuru yük gemisi Evrialy İstanbul Boğazı’nın tam güneyinde çarpışmaları sonucunda Independenta ateş almış ve ateş Evrialy’e sıçramıştır. Bu kazada Independenta’nın mürettebatından 42 kişi ölmüş ve gemi yanmaya devam ederek sahile sürüklenmiştir. Gemi büyük ekolojik zarara sebep vererek haftalarca yanmıştır. 94.000 ton petrolün 30.000 tonu yanarken kalanı denize yayılmş ve 5.5 km’lik bir alan yoğun kirlenme etkisine girmiştir. Buna bağlı olarak, birçok deniz canlısı ölmüş ve midye ve istiridye alanları petrolle kaplanmıştır.
1994 yılında ise İstanbul boğasında Nassia kazası meydana gelmiştir. Kaza, 29 denizcinin ölümü, 20.000 ton petrolün boğaza yayılması su ürünleri stoklarına büyük darbe vurulmasıyla sonuçlanmıştır.
Gerek Exxon Valley gerekse Deepwater Horizon örneklerinde yapılan temizlik ve rehabilitasyon çalışmalarına karşın ekosistemin eski haline döndürülemediği belirtilmektedir. Bu tür kazaların orta ve uzun vadede hem çevreye hem de şirketlere büyük zararları olduğundan petrol şirketlerinin bu konuya önem vermeye başladığı ve şirketlerin belirledikleri ve kamuoyuyla paylaştıkları çevre politikaları çerçevesinde çalıştıkları görülmektedir.
Bu tür kazaların diğer bir olumlu yönü alınan dersler sonucunda yapılan yeni yasal düzenlemelerdir. 1978 yılında zararlı atık içeren kazalar için MAPROL tutanağı çıkarılmıştır. 1989 yılında petrol kirliliğini önlemek için kurtarma gemilerine sınırlı tazminat hükmü getirilmüştir. Exxon Valdez kazası sonrası ABD Petrol Kirliliği Kanunu (OPA 90) çift cidarlı tankerler ve diğer zorunlu kirlilik önleyici gereksinimler için çağrıda bulunmuştur.
Paydaşların Petrol Çevre İlişkilerine Bakışı
Petrol çevre ilişkisinin paydaşlarını hükümetler, petrol şirketleri ve sivil toplum olarak tanımladığımızda herbirinin günümüz çevre sorunlarına yaklaşımını ve bunların birbiriyle ilişkilerini şu şekilde inceleyebiliriz:
Hükümetlerin politikaları yukarıda kısaca bahsettiğimiz uluslararası kararlara paralel olarak karbon vergisi, yenilebilir enerji ve emisyon azaltma hedefleri üzerine şekillenmektedir. Şirketlerin hükümet politikalarına müdahil olma aracı olarak gelişen karbon ticaretinin bir yansıması olan karbon vergisi ilerici bir çevre politikası olarak görülürken Temmuz 2014’te Avustralya Hükümeti karbon vergisi ile ilgili yasayı iptal ederek uluslararası kamuoyunda büyük tepki toplamıştır. Avustralya Hükümeti’nin gerekçesinin vergi nedeniyle enerji fiyatlarındaki yükselme olduğu ve hükümetin yenilenebilir enerji teşvikleri ve enerji verimliliği ile ilgili uygulamaları desteklemeye karar verdiği dikkate alınırsa bu süreci yakın zamanda başka hükümetlerin de gündeme getirmesinin olasılık dahilinde olduğu düşünülebilir.
Yenilenebilir enerji hükümetler tarafından karbon emisyonunun azaltılmasında önemli bir araç görülüp desteklenmeye başlamış olsa da İspanya örneğinde olduğu gibi yine yükselen enerji faturaları nedeniyle bu teşvikleri düzenleyen kanunları iptal eden hükümetler bulunmaktadır.
Bu iki politika ekseninde ekonomi çevre ilişkileri dengesinin kurulma sürecinde hükümetlerin deneme yanılma aşamasında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Emisyon azaltma hedefleri ise 2020 stratejisi çerçevesinde hükümetler tarafından değerlendirilmekte olup uluslararası kararların büyük ölçüde Paris Konferansı’nda alınması beklenmektedir.
Petrol şirketlerinin çevre politikalarına yaklaşımına baktığımızda ise biodizel katkılı yakıtların piyasaya sunulması, artan talebe bağlı olarak doğalgaz üretiminde ve altyapı yatırımlarının yapılmasında artı şve çevre politikalarının hükümet kararları ve sivil toplumun tepkileri etrafında şeklllendirilmesi ön plana çıkmaktadır. Bazı üreticiler petrol bazlı dizel ile karıştırılan biodizelin karbondioksit emisyonunu % 80’e kadar azaltabileceğini öngörmektedir. Petrol şirketleri ayrıca yatırımlarını gelişmiş ülkelerden çevreye ilişkin yasal düzenlemelerin daha az olduğu az gelişmiş ülkelere kaydırma eğilimindedir.
Sivil toplum tarafından yapılan çalışmalar ve kampanya faaliyetlerine baktığımızda iklim değişikliği ile ilgili tepkilerin yanısıra Kuzey Kutbu’ndaki petrol arama ve sondaj çalımalarının ve kaya petrolünün çevresel etkilerine ilişkin bilinçlendirme çalışmalarının ön plana çıktığını görmekteyiz. Burada bahsedilebilecek iki önemli kampanya Save the Arctic ve Greenpeace’in Shell’in Lego ile anlaşmasını sonlandırması için yürüttüğü çalışmadır.
Yergin bu üç paydaş arasında çatışma nedeni olan temel faktörleri çevre ile ilgili omuzlanan risklerin ne noktaya kadar uzanacağı, bu risklere nasıl çare bulunacağı ve en önemlisi maliyetlerin şirketler, tüketiciler ve hükümetler arası nasıl bölüşüleceği konusunda olduğunu belirtmektedir. Diğer bir ifadeyle birçok alanda karar alınamamasının arkasında bu alandaki belirsizlik veya yüksek maliyetleri kimsenin üstlenmek istememesi gelmektedir.
Bu aşamada ekonomik refah ile çevre arasındaki dengenin sağlanması kilit nokta olarak ortaya çıkmaktadır. Ülkeler güvence ve ekonomik büyümeye karşı çevre değerlerinin korunması konusunu tartışmaktadır.. Diğer bir ifadeyle ülkeler bugünleri için gerekli ekonomik kararları alırken gelecek nesillere bırakılacak dünyanın yaşanamaz hale getirilmemesi gerekmektedir.
Sonuç Yerine
Günümüzde, iklim değişikliği ve küresel ısınma konusu uluslararası ilişkilerin önemli bir boyutu haline gelmiştir. Ülkelerin birbirleri üzerinde yaptırım gücü olmamakla birlikte mevcut durumun ciddiyeti kendi ülkelerinin çıkarlarını da gözetmek kaydıyla tarafları büyük ölçüde ortaklaşa hareket etmeye yönlendirmektedir.
Mevcut sorunlara ek olarak dünyadaki enerji arz ve talep dengelerini değiştiren kaya petrolü ve kaya gazının Amerika’da yarattığı sağlık sorunları ve sera gazı emisyonuna olumsuz etkileriyle ilgili çalışmalar ortaya konulmaya başlamıştır. Fransa gibi kaya gazı ve kaya petrolü çıkarmayı yasaklayan ülkeler olduğu gibi Amerika’daki gelişmeleri gözlemleyerek kontrollü hareket etmeyi tercih eden ülkeler de bulunmaktadır.
Sera gazı emisyonunun azaltılması ile ilgili hedeflerde uluslararası işbirliklerinin geleceği ve ABD’de yoğun olarak kullanımı başlayan ve dünya genelinde üretimi tartışılan kaya gazı ve kaya petrolünün çevresel etkileri önümüzdeki yıllarda petrol çevre ilişkilerinin ana eksenini oluşturacaktır.
Hükümetler düzeyindeki bu politika belirleme sürecinin yanında petrol kazaları sonucu meydana gelen sızıntıların etkilerinin geri döndürülemez olduğu, çevresel zararları ortadan kaldırmaya yönelik çalışmaların çok yüksek bütçelerle bile başarıya ulaşamadığı görülmektedir. Bu süreçte gözlemlenen olumlu gelişme petrol şirketlerinin kazaları önleyici önlemlere yaptığı yatırımlardaki artış ve zararların telafisine yönelik olarak yapmakta oldukları kurumsal çalışmalardır. Burada hükümetlerin yapmakta olduğu yasal düzenlemeler ve kamuoyu baskısı belirleyici rol oynamaktadır.
Ebru Anse Sile
Kaynak: Enerji Enstitüsü