Kategori : ENERGY AGENDA NEWS, SOLAR ENERGY NEWS, HYDROELECTRIC POWER PLANT NEWS, GEOTHERMAL ENERGY NEWS, WIND ENERGY & RES NEWS - Tarih : 21 March 2013
Son yıllarda enerji güvenliği kavramı hükümetlerin gündeminde geçmiş ile kıyaslandığında daha önemli bir yer tutmaya başladı. 1970’lerde yaşanan enerji krizi ile ortaya çıkan bu kavram her ne kadar geleneksel olarak uluslararası ilişkiler, güvenlik çalışmaları ve ekonomi alanları ile özdeşleştirilse de 1990’lı yıllarda başlayan ve günümüze kadar hızla artan iklim değişikliği farkındalık düzeyi, çevre konularının da modern enerji güvenliği düşüncesine entegre olmasını sağladı.
Artan farkındalığın başlıca sebebi ise sanayileşme ve ekonomik büyüme ile beraber küresel biçimde hızla artan karbondioksit salınımı ve bununla birlikte sera etkisine yol açan diğer gazlardır. Sera gazı salınımındaki en büyük pay ise Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde yer alan verilere göre %80’i aşan bir pay ile enerji sektöründen kaynaklanıyor.
Enerji sektöründen kaynaklanan sera gazı salınımının %90’ını aşan kısmını ise karbondioksit salınımı oluşturuyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine göre 2011 yılı sonu itibariyle enerji sektörüne dayalı karbondioksit salınımında elektrik üretimi ve ısıtma %41 ile en büyük payı alırken, bunu ulaştırma %22, sanayi %20, konut %8 ve diğer sektörler %10 ile takip ediyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2012 yılında yayınladığı rapora göre küresel bazda 2011 yılında fosil yakıt tüketiminden kaynaklanan karbondioksit salınımı 31,6 milyar tona ulaştı. Bu oran 2010 yılı ile karşılaştırıldığında %3’ü aşan bir artış anlamına geliyor.
Enerji bazlı karbondioksit salınımında ise kömür %45 ile başı çekmekte, bunu petrol %35 ve doğal gaz da %20 ile takip ediyor. Özellikle gelişmekte olan ülkeler hızla artan enerji ihtiyaçlarını fosil yakıtlardan, öncelikli olarak da kömürden sağlıyor. Buna en iyi örnek ise Çin’dir. BP’nin verilerine göre 2011 yılında Çin’in küresel karbondioksit salınımındaki payı %26,4’dür.
Bu durumun tek sorumlusu Çin ve diğer gelişmekte olan ülkeler değildir. ABD’nin ve de diğer gelişmiş ülkelerin de katkısını unutmamak gerekir. Aynı verilere göre ABD küresel karbondioksit salınımının %17,7’sini sağlıyor. Bu durumun sebebi ise ABD Enerji Bakanlığı verileri incelendiğinde kolaylıkla anlaşılmaktadır. ABD toplam elektrik üretiminin %42’sinden fazlasını kömürden sağlıyor.
Yukarıda yer alan verilere bakıldığında, fosil yakıt kullanımının karbondioksit salınımının artmasındaki en önemli unsur olduğu anlaşılıyor.
Dolayısıyla, karbondioksit salınımının azaltılmasında yenilenebilir enerji kaynaklarının önemli bir rolü vardır. Fosil yakıtlarla karşılaştırıldığında, yenilenebilir enerji kaynaklarının karbondioksit salınım değerleri kıyaslanamayacak kadar düşüktür.
Dünya Enerji Konseyi’nin yayınladığı verilere göre; linyitin karbondioksit salınımı (tCO2eq/GWh) 1062-1372, kömürün 757-1085 tCO2eq/GWh, petrolün 657-866 tCO2eq/GWh, doğal gazın 398-499 tCO2eq/GWh, güneşin 13-104 tCO2eq/GWh, hidroelektriğin 4-120 tCO2eq/GWh, biyoyakıtın 15-49 tCO2eq/GWh, rüzgarın 7-15 tCO2eq/GWh ve nükleerin 3-20 tCO2eq/GWh. Bu verilere göre doğal gaz, diğer fosil yakıtlar arasında karbondioksit salınımı en düşük olan yakıt olsa dahi karbondioksit salınımı yenilenebilir enerji kaynakları ve nükleer ile karşılaştırıldığında oldukça yüksektir.
Yenilenebilir enerji yatırımlarının artmasının karbondioksit salınımını düşürücü etkisinin kolaylıkla gözlenebileceği ülkeler arasında Almanya, Portekiz, İspanya ve İtalya başı çekiyor. Avrupa Birliği üyesi olan bu ülkeler 1990’lı yılların sonlarından başlayarak hızlandırdığı yenilenebilir enerji yatırımlarının geri dönüşlerinden birisi olan karbondioksit salınımı düşüşünü 2000’li yılların ortalarından itibaren tecrübe etmeye başladılar.
Eurostat verilerine göre, Portekiz başta olmak üzere sözü geçen diğer ülkeler 2005 yılındaki karbondioksit salınımı oranlarını 2011 yılı sonu itibariyle %20’li seviyelere yakın ve hatta Portekiz ve İspanya örneğinde olduğu gibi %20’yi aşan seviyelerde düşürmeyi başardılar. AB üyesi diğer ülkelerde Avrupa 2020 Stratejisi kapsamında yer alan “20-20-20” hedefleri olarak nitelendirilen yenilenebilir enerjinin payının %20’ye çıkması, sera gazı salınımının %20 düşürülmesi ve enerji tüketiminin %20 azaltılması politikaları dolayısıyla önceki yıllara kıyasla salınım değerlerini yenilebilir enerji kaynaklarının geliştirilmesine yaptıkları yatırım sayesinde düşürdüler.
Türkiye’nin ise 2005 yılında 238,2 milyon ton olan salınımı yaklaşık %35’lik bir artışla 2011 yılı sonu itibariyle 323,4 milyon tona ulaştı. Aynı yıllar arasında toplam enerji tüketimimizin 86 milyon ton eşdeğer petrolden (MTEP), 118,8 MTEP’e ulaştığı düşünüldüğünde bu artışın büyük çoğunluğunun fosil yakıtlardan karşılandığını sadece karbondioksit salınımındaki artışa baktığımızda bile anlayabiliriz.
Dolayısıyla, yenilenebilir enerji yatırımlarının ve toplam enerji tüketimindeki payının artmasının ülkemiz enerji güvenliğine katkısı sadece dışa bağımlılığını azaltması çerçevesinde değerlendirilmemelidir. İklim değişikliği ve çevresel faktörler göz önünde bulundurulduğunda da önemli katkısı olduğu unutulmamalıdır. Her ne kadar mevcut enerji tüketimimizin büyük çoğunluğunu ülkemizde yer alan yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılayamayacak olsa bile mevcut imkanlarımızı mümkün olan en yüksek seviyede kullanmanın enerji güvenliğimize faydaları tartışmasızdır.
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Efe Biresselioğlu İzmir Ekonomi Üniversitesi
Kaynak: Energy World